Bazı kitapların ismi, yazarı, kapak tasarımı, yayınevi, konusu okurların dikkatini çeker ve okurda okuma zevki uyandırır. Bu özellikleri okuru kitaba çeken ve okur -kitap arasında gerçekleşen tanışmanın ilk faslı olarak görürüm. Daha sonra hem okuma esnasında hem de okuduktan sonra aldığımız bakış açısıyla kendimize bakar ve kendimizi değerlendiririz.
Vitrinde şans eseri gördüğümüz ve güzel olduğunu düşündüğümüz bir kıyafete ”acaba üzerimde nasıl duruyor?” deyip giydikten sonra aynanın karşısına geçip kendimize bir de o kıyafetin içindeyken bakmak gibi.
“Aşk Sarhoşluğunun Sabahı” adını ilk duyduğumda kitabın ismi bende tarifsiz bir heyecan uyandırdı, aynı zamanda zihnimde bir yere oturtamadım. Çünkü kitabın ismini oluşturan kelimeler arasında tam bir bağlantı kuramadım. Bu durum bende kitabı okuma merakı uyandırdı.
Kitapla karşılaşmam benim için çok anlamlı bir döneme denk geldi. O günlerde İran kültürünü ve edebiyatını inceliyordum. İranlı yazarların eserlerini ve İran ile ilgili yazılmış kaynakları okuyup İran flimlerini izliyordum. Türkçeye çevrilen İran edebiyatına ait romanların çok az oluşunu göz önünde bulundurduğumuzda “ Aşk Sarhoşluğunun Sabahı” nın benim için önemli bir kaynak olduğu ve Türk edebiyatında da kayda değer bir açığı kapattığını söyleyebilirim.
1995 yılında İran’ da ve 2000’ de Almanya’ da yayımlanan kitap önemli bir okur kitlesine ulaşmıştır. Saliha Aydoğan’ ın harika çevirisiyle 2010 yılında Kaknüs yayınları tarafından Türkiye’de de okurlarla buluştu.
“Aşk Sarhoşlunun Sabahı”ında Mahbube acı tatlı hayat hikâyesini genç bir akrabasına anlatır;
Tahran’ın varlıklı ve asil bir ailesinden gelen Mahbube henüz on beş yaşındayken, yoksul bir marangoz çırağı olan Rahim’e deliler gibi âşık olur. O günlerde prens ailesinden gelen biri ve kendisini çok seven kuzeni Mansur da Mahbube’ ye talip olur. Mahbube evlilik tekliflerini reddeder. . Mahbube, Rahim’ in evlenme teklifini kabul eder. Ama Mahbube’ nin ailesi bu durumu kabullenmez ve karşı çıkar. Onlar kendileri gibi asil bir aileden gelen birini kızlarına layık görür. Bütün itirazlara rağmen evlenen Mahbube yeni hayatında beklemediği durumlarla karşılaşır. Mahbube’yi körkütük sarhoş eden aşk, Mahbube’nin yaralarını iyileştiremez ve yaşadığı acıları dindiremez. Mahbube’yi içten içe kemiren ve pişmanlığını katbekat artıran çektiği yoksulluktan ziyade kocasının ve kayınvalidesinin sert ve acımasız tavırlarıdır.
Mahbube hayat macerasını şöyle tarif eder; “Hayatın anlamını yeni yeni kavrıyordum. Anlıyordum ki hayatla dalga geçilemez. Hayat oyuncak değil. Heva, heves değil. İçine düşmüş olduğum varta, balıklama atladığım cehennem beni pişirmişti.”(syf.385)
Kitap genel olarak;” hayatımızla ilgili kararlar alırken durup tekrar düşünmemiz gerektiğini” vurguluyor. Büyük bir merakla okumaya başladığım kitabı gözlerim dolarak okumaya çalıştım. Duygu yoğunluğunu iliklerime kadar hissetim. Mahbube ile hüzünleniyor, seviniyor, umutlanıyor, hayal kırıklıkları yaşıyordum.
İran edebiyatına ait öğelerin olması, akıcı anlatım, olay örgüsü, anlatım tekniği, kitabı sürükleyici hale getirmiş.
Kitapta alıntı yapılan edebi metinler ve İran kültürüne ait detayların işlenmesi de kitaba renk katmıştır.
Bu kitabı okuduktan sonra İran kültürüne ait genel bir bakış açısına sahip olmanın yanında aşka, evliliğe, kendinize, ailenize, kararlarınıza, hayata ve insanlara belki farklı bir gözle bakacaksınız.
Elinizden bırakamayacağınız, soluk soluğa okuyacağınız akıcı ve sürükleyici bir aşk romanı.