-Ne zaman? ve nereden? eser gümüş rüzgarlar bileydim-
Ben geceleri severim sanırım onlar da beni severler gecelerde ben sabahları olmayacak ve olmasını da istemediğim an’lar var. Adeta bir yorgan gibi örterler üstümü o leyli geceler, siyah siyahtan da siyah koyu karanlık geceler. Şiir olurlar bana yazmak istediğim. Şahit olurlar bir türlü gülmeyen ve gülmekten fazlasıyla uzak kara gözlerime. Aşkın gümüş rüzgarları eser vakitli vakitsiz. Alır götürürler beni ufuk çizgisine gökkuşağına gizemli gizemlere olmayan ve olmayacak sevgiliyle adeta raks ederek…
Ne çok isterdim işte geldim pencerene
Ellerimde lilla ve kırmızı güller, mor menekşeler
Gülüm sevgilim sen seversin kır çiçeklerini
Yaban gülleri… nilüfer çiçeğini sen baharın ta kendisisin
Aşkın gümüş rüzgârlarıyla geldim dönmek istemem
Hep sende sana kalmak istiyorum diyebilmekteydi cesaret
***
Çoğu zaman severiz doyumsuzca ve kontrolsüz sevilmeyi bile beklemeden zamana inat şair olur şiirler yazarız belki de yazan olduğumuzu sanırız. Oysa ilham kuşatmış adeta işgal etmiş ruhumuzu, paramparça yüreğimizi ve şiir kendini yazdırır biz sadece kalemi tutarız ve beyaz bir sayfa mısralarla dolar taşar biz farkında olmayız olamayız şiir bu hüküm eder bize… Ama biz şiir yazdığımızı sanırız. İnsanın kendini avutması kandırması ne de çok acı olmalı. Hani dedim ya sabahı olmayan ve olmayacak gecelerde gözlerimiz sabahı arar olmayanı olmayacak bir dilek tutmak ne acı olmalı değil mi?
Bir dertli bir aşık çoban susuz olmayan sürüyü çeşmeye, suya doğru sürükler sürüyü kaval çalarak ıslak gözlerle amaç o güzeli o sır sevdayı canı, cananı az da olsa görebilmek için. Sular akar çağlar gider kendi mecrasında ne gelen var ne de giden bir türlü kabullenmez ki çoban. bir ümit bir hayal bir dilek… ya gelirse konuşmasına elini tutmasına bile gerek yok bir görmek bir görünmek nelere değmez ki çoban için...
***
Bu esnada seher yıldızı şahit olur daha en mahir en bilge en usta ressamların bile çizemeyecekleri bu yaşanan canlı tabloya. Tablo şu şafak sökmek üzere Güneş doğdu doğacak bir savaştır bir hengamedir gidiyor engel bulutlarıyla Güneş arasında. Her tür renk hakim olur bulutlara sanki arena olmuş gökyüzü… Bu esnada en güzel nağmelerle çalan kaval sürüyü de ağlatır. Tanrı susar kulak kesilir BİR AŞK’ın dram bekleyişine ama o müdahale etmez seyr eyler. Gözleri yaşlı bir çoban uykusunda mışıl mışıl uyuyan o ahu gözlünün suya su testisiyle gelmesini bekler. Bir umut bir dilek uyumadan görülmek istenen bir rüya misali… yazık yazık ki ne yazık dramın eriştiği zirve gelmeyecek birini beklemek...
Bu esnada sanki kainat titrer ve aşkın gümüş rüzgarları eser eser de eser leyla eyler mecnun eyler o çobanı kaval dertli gözler nemli… sürü şaşkın ne oluyoruz der gibi bakar dururlar birbirlerine koyunlar kuzular koçlar. Nerden? bilecekler ki çobanın bir dileği bir isteği var ÇEŞME BAŞINDA SEVGİLİYİ GÖREBİLMEK onlar nerden bilecekler ki…
İşte tüm çıplaklığıyla anadan üryan hayatın ta kendisi karşımızda böylesi bir hayata sımsıkı sarılmak aşkla yahut yüzüne tükürmek kin ve nefretle bu nasıl? bir hayat… Seviyorum geceleri gecelerde MEHMEDİ severler çünkü ancak gecede esmekte olan aşkın gümüş rüzgarlarıyla yazılır anılır en güzel en derin izler bırakan anılar ve dilekler ve hülyalar gerçekleşmesi zor olsa da hatta asla gerçekleşemeyip ancak hayal olarak kalsa da geceler ah. geceler neler? neler? gizlerler bu gizemli geceler…
Bu günde çeşmeye gelmedi ela gözlüm
Göremedim gül yüzünü endamını bakışlarını
Bu gün de onsuz geçti geçen nice günler gibi
Öyleyse kırılsın kaval çekip gitsin çoban
Çok yüksek dumanlı dağlara sis pus içinde
O görünmedikten sonra neylesem gülleri
Der gibi sürüsünü alıp gitti başka bir makamla çalan kavalıyla ıslak değil de yağmur gözlerle çoban dertli çoban âşık çoban ve bir daha da o köye o çeşmeye küserek dönmemek üzere. Tanrı suskun seyrediyor olup bitenleri müdahale etmeden.