Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı ağır siyasi kriz ve toprak kaybı ile geçer. Dış borçlar nedeniyle ülke ekonomisi iflasın eşiğine gelir ve Duyun-i Umumiye adlı yabancı misyon şeflerinin bir nevi kayyum olarak görevlendirildiği kurumların inşa edildiği ve çalıştığı karanlık günler yaşanır.
Osmanlı ekonomisine el konulmuştur ve ülke günden güne çöküşe sürüklenmektedir.
Borçlara ilave olarak Anadolu toprakları, yaşanan uzun savaşlar ve bunun neticesinde coğrafya yitimi nedeniyle önemli bir göç dalgası ile karşı karşıya kalır.
Buna kıtlık ve savaş gibi faktörler de eklenince toplumun önemli bir kesimi yokluk içinde var olmaya çalışır.
Büyük felaket dönemlerinde yokluk içinde varlık dediğimiz durum tecelli eder, toplumu oluşturan fertler kendi arasında birbirinin yardımına koşar.
Bu açıdan ne kadar geçmişe gidersek toplumda empati duygusunun o kadar yoğunlaştığına tanık oluruz.
Empati duygusu önceki yüzyılda toplum içinde daha belirgin hissedilirdi. Yıllar geçtikçe dayanışma ruhu yerini bireysel çıkarın ön planda olduğu bir tavır alışa bırakır.
20. yüzyıl, bu açıdan 19. yüzyıla göre önde değildir.
Mesela Tevfik Fikret, “Haluk’un Bayramı” adlı şiirinde kuvvetli empati duygularının yön vermesiyle oğluna anasız-babasız kalmış çocukları anarak “Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir; çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin” diye seslenip şöyle der:
“Baban diyor ki: ‘Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin?...Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyâh-ı mateme benzer terane-î îdi!’”
Hal böyleyken, empati duyguları çok gelişkin bir toplum olmaktan uzaklaşıp herkesin kendi şahsi bayramını yaşadığı günlere erdik.
Çok şükür…
Bir yozlaşmanın, değerler yitiminin yaşandığı modern çağlarda bireylerin tıpkı milyarlarca hücre içinde geçmişsiz ve geleceksiz kaldığı bir işlev yitimine maruz kaldığına tanık oluyoruz.
Kişiler kendine ve içinde yaşadığı topluma karşı yabancılaşıyor gittikçe…
Türkiye’de bu durumun ana kaynağı son bir yüzyılda yaşanan modernleşme ve modernleşmenin getirdiği kentleşme sanıcısıdır.
Kentler insanı dönüştüren en büyük yapılardır. Esasında kentler, çıkar esaslı bir merkantilizm ve materyalizmin kalesidir.
“Burg” kavramı özünde bu çelişkiyi ifade eder.
Bu açıdan Avrupa’nın 18. yüzyılı ile bizim 20. yüzyılımız arasında epey benzerlik vardır.
Yüksek ahlaki söylevlerin içinin boşaldığı; söylem-eylem karşıtlığının derinleştiği çağımızda bazen iyi yaşanmış bir geçmişin hatıralarına dair birkaç kırıntı dahi avutabiliyor kişioğlunu/kişikızını.
Bütün bu olumsuzlukları bir kenara bırakarak belki de “bayram”ları “bayram” olarak idrâk etmenin zamanı geçmemiştir:
“Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı”
O açıdan bayram güzelliklere vesile olsun.