Batmanın Kordonu olarak gördüğümüz Diyarbakır Caddesinde yürürken “Hasankeyf inciri geldi” yazılı karton dikkatimi çekti.
Ara sokakta park etmiş tablacı yazmış kocaman harflerle.
Sonra gözüm, kasadaki incirlere ilişti.
Her şey düzmeceydi.
Geride ne Hasankeyf ne de incirleri kalmıştı.
Tablacı kim bilir nerenin incirini yutturmaya çalışıyor gelen gidene.
Nasıl olsa söylenen her şeye herkesin inandığı bir dönemden geçiliyor.
Ne denilirse denilsin yutuyor, inanıyor herkes.
Tablacı, başka memleketlerin incirini yutturmuş ne olacak ki, Hasankeyf’in olmayan incirleri de Hasankeyf inciri olarak yutturuyor.
Üstelik avazı çıktığı kadar “Gel gel Hasankeyf inciri bunlar” diyor.
Hasankeyf’in sular altında kalmasının üzerinden henüz 1 yıl geçmiş.
İçimizde açılan yaralar henüz kabuk tutmamışken, börtü böceği ve tarihi ile yok oluşunun henüz seneyi devriyesi yeni dolmuşken, şimdi ‘Hasankeyf inciri de nereden çıktı?’ diyorum kendi kendime.
Geçmişe gittim o an, içim burkuldu bir kez daha.
Hasankeyf’in cennet bahçesine benzeyen selahiye bahçesi aklıma geldi.
O uçsuz bucaksız bahçe.
Kaç kere içinde kaybolduğumu hatırlamıyorum bile.
Her meyvenin en lezzetlisi, en bereketlisi burada yetişirdi.
Bahar mevsiminin başlangıcında Hasankeyf bademleri gelirdi ilk pazara.
Sonra kaysılar.
İncir ve üzüm, tam bu mevsimde yetişirdi.
Armut ve elmalar da 15 gün sonra.
En son cevizler yetişirdi.
O güzelim bahçeler binlerce yıllık tarihle birlikte sulara gömüldü.
Binlerce yıllık tarih, binlerce ağaçla birlikte boğuldu Ilısu Barajında.
Onlarla beraber biz de boğulduk, nefessiz kaldık.
Sesimiz çıkmadı.
Her şeyi yuttuk, sineye çektik.
Hasankeyf de gitti, koca koca incir ağaçları,
Kuşlar da göç etti,
Leylekler artık gelmez oldu.
Ama tablada güya Hasankeyf inciri.
Tablacı aklımızla alay ediyor her halde.
Utanmadan kocaman harflerle ‘Hasankeyf incir geldi’ diye yazmış.
Göz göre göre başka memleketin inciri Hasankeyf inciri diyerek yutturuyor gelen gidene.
Nasıl olsa bu halka iyi yutmasını beceriyor.