İnsanın içerisindeki bazı yaralar hiç iyileşmez ve kapanmaz.
Ölüme kadar hep kanar durur.
Hasankeyf’te benim içimde kanayan yaradır hep.
Hasankeyf, Mezopotamya’nın en kadim antik kentiydi.
Suya gömülmenin üzerinden 3 yıl geçmiş.
Bana daha dün gibi geliyor sular altında kalması.
O günden beri kendime küstüm, Hasankeyf’i sularına gömen Dicle Nehrine küstüm.
O gündür bu gündür gitmedim bir daha Hasankeyf’e.
Nasıl gideyim ki…
Hangi yüzle bakayım sular altında kalmasına seyirci kaldığımız antik kentin.
Hasankeyf’i yazmak, Hasankeyf’i konuşmak o kadar zor ki.
Hasankeyf bir daha dile gelirse, kendi acılı hikâyesini ancak o anlatır.
Tarih boyunca, birçok hikâyeye, yok oluşlara, aşklara, savaşlara, ihanetlere ve korkulara tanıklık etmiş bir şehirdi Hasankeyf.
Asi ve heybetli duruşu ile hiç yenilmez sanırdık.
Var diyorlar ama artık benim için yok.
Her gün içimde ahını çekiyorum.
Ah ki ne ahh…
Şimdi birileri kalıntıları ve söküp taşıdıkları ile teselli buluyor.
Medeniyetlerin beşiği, başkentlerin başkenti antik kentiydi, şimdi batık kent oldu.
Ben her zaman önemini ve değerini bildim.
Sahip çıktım, korumaya çalıştım.
Ama kimse duymadı sessimizi.
Duymadı kimse Hasankeyf’in sessiz çığlığını.
Hani nerede kale kapısı,
Aşağı şehir?
Neden yerinde değil kızlar camisi,
Roma Köprüsü,
İmam Abdullah Türbesi,
Zeynelbey Külliyesi?
El Rizk Minaresi ve Eyüp Sultan Şah Minaresi neden yerinde değil?
Hani onca mağara?
Yolgeçen hani nerede?
Kervan Saray’a ne oldu.
Tüm silueti ve geçmişi yok oldu.