Henüz girdiğimiz 2016 yılının ikinci sabahına, arkasında nasıl bir acı hikâye olduğunu bilmediğimiz bir intiharla uyandık.
Henüz kimdir, nedir, nasıl, nerde, olmuşu konuşuyorduk ki devamı gelmiş, intihar edenin atlamadan önce nişanlısını, ya da eşini diyin, boğazını keserek öldürdüğü haberini duymuştuk.
Kim bilir nasıl bir trajedi var iki ölümün altında, cinayet ve ardından intiharın ardında bıraktığı acıyı belki önümüzdeki birkaç günde öğrenebilir ya da iki ölüm, o trajedilerin sırlarını kendiyle beraber toprağa gömer ve hiç öğrenemeyiz.
Gittikçe büyüyen ve beraberinde her türlü kent ve kentli hastalığını büyüten bir şehre döndü Batman. 90’lı yıllarda devletin terörle mücadele adı altında ortaya koyduğu terörle onlarca köyü boşaltıp ateşe verdiğini o köylerde toprağından evinden edilmiş büyük bir nüfusun kentlere göç ettiğini, göç eden bu nüfusun kentlerde her türlü psikolojik ve de sosyolojik hastalıkla baş etmek zorunda kaldığını hepimizi biliyoruz.
Bunun sonucu olsa dahi kayda intihar, cinayet, hastalık, cinnet gibi başlıklarla onlarca ölümün geçtiğini kim unuttu ki.
Bu göç ve göç edenlerin, taşındığı sığındığı şehirlerde, o şehrin yerlilerini bazen çok belirgin bazen de üstü örtük biçimde etkileyecek acı sosyal vakalara yol açtıklarını da biliyoruz.
Bu cinayet ve intihar bu durumlardan birinin eseri midir bilinmez, ama bu memlekette yaşanan ve yaşanacak her ölümün içinde bulunduğumuz, yaşamak zorunda bırakıldığımız daha doğru ifadeyle ölmeye zorlandığımız bu savaşın ve terörün doğrudan ya da dolaylı sonucudur.
Bu coğrafya da doğup büyümüş ya da 5 yıldan fazla yaşamış kim diyebilir ki hayır ben etkilenmedim, ruh sağlığım psikolojim yerinde?
Ben diyemiyorum.
Hepimiz intihara ve cinayete meyilli hepimiz ölümün, uçurumun kıyısında yaşamımızı sürdürüyor ve derinleştikçe derinleştiriyoruz uçurumlarımızı.
Bu hastalıklı halin sonuçlarından kendimizi nasıl koruruz, kendi çapımda muhakkak ki düşüncelerim var ama konuyu daha doğrusu soruyu konunun uzmanlarına bırakmak gerek.
Kendimizi değilse de çocuklarımızı, gelecek nesillerimizi, yarattığımız bu dünya ve habis mikroplarından korumaya çalışmalıyız ve daha da ötesi gelecek nesilleri maalesef ki kendimizden bile korumalıyız..
Ama değil kimsenin umurunda değil. Derinleştikçe derinleştiriyoruz kuyularımızı doldukça daha da derine iniyor ve o kuyuların içinde kuyular açıyor ve bir yaşam şekline dönüştürüyoruz o kuyularda ölmeyi.
Kuyuların dışında duranları, eleştiriyor, yargılıyor aşağılıyoruz. Kendimizle birlikte aşağı en aşağı çekmeye çalışıyoruz.
Bu kadar derine inmeye gerek yok bu kadar aceleye gerek yok.
En nihayetinde hepimizi bekleyen en fazla 1 metre derinliğinde, 2 metrekare toprağın altındaki karanlık.
O karanlıktan kurtaracak bir aydınlık dilerim kalbinize…