Buz gibi soğuk, bıçak gibi keskin bir film. Sinemadan çıkınca bir köşeye geçip nefes almak, boğazımda yumru etkisi bırakan ağırlığından kurtulmak istedim. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından, Yakup Kadri’nin Yaban’ına, George Perec’in Uyuyan Adam’ından, Akın Aksu’nun Bir Taşra Köpeği’ne, oradan Camus’un Yabancı ’sına mekik dokuyup durdum.
Nuri Bilge Ceylan çıtayı çok yukarılara koyarken hiç zorlanmamış. Ahlat Ağacı ile birlikte en konuşkan filmlerinden ve bunda Akın Aksu’nun büyük payı var.
Senaryo ekibinde yer alan gizli kahraman Akın Aksu’nun gözlem ve karakter yaratma becerisine bir kez daha hayran kaldım.
Deniz Celiloğlu, Merve Dizdar, Musab Ekici, Erdem Şenocak, Ece Bağcı… Hepsi birbirinden güzel!
***
Büyük bir gürültünün içerisinde yapayalnız kalmış insanların tutunma çabalarına dair bir anlatı var karşımızda.
Taşraya hapsolmuş şehirli insanın hikâyesi özetle…
***
Nuri Bilge’nin bana göre en politik filmi. Bilge’nin böyle tehlikeli sularda yüzmesine şaşıranlar olduğu gibi kâfi miktarda açılmadığını düşünüp bunu yeterli göremeyenler de oldu. NBC’nin göz ardı edilen yaraları politik bir tavır alarak deşmesini, yavaş yavaş kanatmasını ve ima ederek hissettirmesini hem çok cesur buldum, hem de kulaktan kulağa yayılan bir fısıltı şeklinde duyurmasını sevdim.
***
Taşra kavram olarak yalnızlığı çağrıştırır. Dolayısıyla beyaz kar örtüsüne bürünmüş ve hayat belirtisi iyice kaybolan küçük bir köyde yalnızlığın kaçınılmaz bir şekilde çok kuvvetli bir duygu olarak karşımıza dikilip soğuk yüzünü göstermesi beni şaşırtmadı.
Maksadın hâsıl olması için seyircinin olabildiğince yalnızlıkla kuşatıldığı bir fon ihtiyacı hissedilmiş belli ki.
Beni şaşırtan, taşrada yaşamaya –beyaz kar örtüsü altındaki köyde- mecbur kalmış şehirli ve yarı aydın bireyler üzerinden yalnızlığı anlatan yönetmenin çok gayret gerektirmeyen, masrafsız ve garanti bir formül tercih etmesi. İşleyen bu formül üzerinden gitmenin Bilge’nin elini kolaylaştırdığı aşikâr.
***
Ankara Gar saldırısında bacağıyla beraber ümitlerini ve düşlerini kaybeden, ne geçmişine dönme gücünü kendinde bulan ne de geleceğe dair içinde yaşama arzusu taşıyan, akıp giden hayata dâhil olmak konusunda bile kararsızlıklar yaşayan, buna rağmen örgütlenmenin bilincinde olan, bunu ateşli bir şekilde savunan ve her şeye rağmen bir şeylerin yapılması gerektiğine inanan güçlü bir kadın figürü olarak dimdik karşımıza çıkan Nuray…
Sevilmek, görülmek, duyulmak, takdir görmek arzusuyla taşmış ve tüm bunların itici gücüyle acemilikler ve bilinçli hatalar yapan, küçük hesapların peşinde koşan, sinsi, niyetini gizleyen, bir maskenin altında yaşayan ve köşeye sıkıştığında dişini ve gerçek yüzünü gösteren, Samet’in ve diğerlerinin gözünde küçüldükçe küçülen Kenan…
Kendine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaşan, yersiz yurtsuz, çoğu zaman hissiz, daima bencil, etrafındaki hayatlara “başını kaldırıp bakamayacak kadar” duyarsız, sorumluluk duygusundan ve empatiden yoksun, misyonu olmayan, kendi doğrularına inanan ve geri adım atmayan, bağ kurmayı istemeyen ve beceremeyen, köksüz ve sadece keyfinin kaçacağını düşündüğü zamanlar harekete geçen, katı, kötücül ve soğuk, aklında sadece gitmek olan, Ahlat Ağacı’ndan Sinan’ın atanmış ve öğretmen olmuş devamı gibi görünen Samet…
Bir arzu nesnesi olarak –etik açıdan rahatsız edici bir şekilde- karşımıza çıkan, Samet için tutunacak bir dal olan ve varlığı yaşadığı yere katlanma gücü veren, Samet için diğer herkes gibi büyümeden kuruyup gidecek bir ot hükmündeki Sevim…
Her karakterin ince bir işçilikle işlendiği, çelişkileri, hayal kırıklıkları, bencillikleri, ikiyüzlülükleri, ümitleri, arzuları, hataları, günahları, memnun olmasalar da sürdürmek zorunda oldukları hayatları, beklentileri, endişeleri, korkuları ve çıkmazlarıyla bir insanlık halleri filmi…
Bir Zamanlar Anadolu ve Ahlat Ağacı’ndan sonra filmin odağında yer alan karakterleriyle, merkezi besleyen ve zenginleştiren yan hikâyeleriyle, oyuncu ve görüntü yönetimiyle, saat gibi işleyen ve yormayan diyaloglarıyla bu yapımın NBC için olgunluk ve ustalık eserlerinden biri olduğuna inanıyorum.
***
Sadece filmin bir yerinde rahatsız oldum. Aslında tam olarak rahatsızlık da değil. Şöyle ki:
Nuri Bilge’nin yeni aktarım biçimleri denemesi aslında heyecan verici. Ama yönetmenin kurgu ile gerçeğin arasındaki perdeyi kaldırmak suretiyle dramatik etkiyi bir bıçak gibi kesip bölerek bizleri gerçeğin içine çekmesi ve bakın bu izlediğiniz bir filmdir hatırlatmasıyla seyircisine nefes aldırması hoşuma gitmedi. Çünkü perdenin ardındaki gerçeği değil, kurguyu ve hayali merak eden benim gibi seyircide bu tercih, hayranlık ve şaşkınlıktan ziyade “ne gereği vardı” tepkisine neden oldu sadece.
Ağızda kötü bir tat bırakan bu kısa bölümü hafızamdan atıp rahatlıkla şunları söyleyebilirim: