Hayat ve ölüm bir nefes kadar bize yakındır.
Aldığımız nefesi vermediğimiz veya verdiğimiz nefesi almadığımız zaman ölmüşüz demektir.
İşin güzel yanı da nefes alma ve verme devam ettiği müddetçe iyi veya kötü yaşıyoruz demektir.
Şöyle biraz daha düşünürsek yüz elli yıl ve üzeri yaştaki insanların hiç birisinin şu an hayatta olmadığıdır.
Bizim de veya şua an dünyada yaşayan tüm insanların yüz elli yıl sonra hiç birisinin yaşamıyor olacağıdır.
Her canlı gibi ölümü tadacağımız bir gerçektir.
Ölümden kaçış olmadığı gibi ölüme de çare bulunmuş değildir.
Bedi-üzaman:
Bir kısacık hulasa şudur:
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferiden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir. ( Asa-ı Musa)
Ölüm hayatımızın bir gerçeği, dünyaya gelişimizin bir hulasası, kurtulma imkânını olmayan ve ecel ile gelen bir gerçek, öyle ise ölümden korkmanın bir faydası yoktur.
Ölüm ve sonrası için ne hazırladığımız daha önemlidir.
Doğduğumuz o bebeklik halimiz, emeklediğimiz, çocukluk, gençlik, olgunluk…
Kısaca ömrümüzün her anı geçmiş yanı ölmüş gibidir.
Bedi-ü zaman:
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fani ve geçici gençliğini iffetle hayrata, istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedi baki bir gençliği kazanacağını bütün semavi fermanlar müjde veriyor. (Asa’ı Musa)
Hz. Halit Bin Velidin oğlu, Hz. Süleyman ile birlikte 26 Şehit olan sahabelerin medfum olduğu Hz. Süleyman camisine gitmiştim. Diyarbakır’ın ilk yerleşim yeri olan iç kalenin dibinde yapılmış manevi ve tarihi değeri yüksek bir yerdir.
Diyarbakır surları, Kanuni sultan Süleyman tarafından iç kaleyi de içine alarak genişletilmiş ve günümüz son şeklini almıştır.
Surlara çıktım ve kendi kendime; Bu surları yapan ilk sahipleri, burayı yurt edinmek isteyenler, can alıp can verenler, medeniyet kuran imparatorluklar, dünyaya nam salan Kral’lar, güzellikleri ile göz kamaştıran kraliçeler… Surları, sarayları yerinde dururken ya kendileri?
Demek ki ölümden kaçış yok. Gelirken (doğarken) kendimizle bir şey getirmediğimiz gibi gittiğimizde de kendimizle (maddi şeyleri) bir şey götüremeyeceğimiz gerçeğidir.
İnsan bu kadar basit olmamalı, kısacık bir dünya hayatıyla her şey son bulmamalı, zalimin yaptığı zulüm öldüğünde yanına kar kalmamalı, mazlumun hayatta iken alamadığı hakkı zayi olmamalıdır.
Bedi-ü zaman:
Kadır-i Zülcelal’den, insan nasıl âdeme gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir? Madem bu dünyada ona layık muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir mahkerme-i Kübra, bir saadet-i uzmaya gidecektir.
Ve beşeri, şecere-i kainatın en cami’ ve nazik ve en nazenin, en niyazdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatap ittihaz ederek her şeyi ona musahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadr-i Rahim, bir Alim-i Hakim, kıyameti getirmesin? Haşrı yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin veya edemesin? Mahkeme-i Kübra’yı açamasın? Cennet ve Cehennem’i yaratmasın? Haşa ve kella… (Haşır Risalesi)