BİR SÜRÜ ŞEY!

BİR SÜRÜ ŞEY!

BİR SÜRÜ ŞEY!

 

Yetişemiyoruz ona buna.
Boğaz içi üniversitesine atanan kayyum haberlerine baktım. 
Pek de takmadım, pek te mühim değil dedim.
Daha sonra bir kaç yerde karşıma çıkınca, bu kez dayanamayıp bakma gereğini duydum. 
Ve Yale, Oxford, Harvard üniversitelerinin dayanışma ve destek açıklamalarını da görünce,  dünyanın Türkiye' den haberdar olduğunu da gördüm. 
Dünyaca var olduğumuzun bir göstergesi olarak kabul edildiği için mutlu oldum. 
Neden pek umursamadım diye düşünenlere, soranlara şunu diyorum. 
Ne biber gazı ne polis zoru, ne yerlerde sürüklenme, ne de coplanma durumu ilk defa yapılmıyor.
Sözün özü doğu ve güneydoğu olduğunda ne boğazdan ne de Ortadoğu’dan ses seda çıkmadı. 
Yani özün sözü,  Göz ardı etmeye çalıştım benim gibi olan herkes gibi ama vicdanımın izni çıkmayınca tepkisiz kalamadım yine benim gibi olan herkes gibi. 
İşin doğası Boğaziçi’nin özerkliği olunca, tutunamaz olunuyor, her insan.  
Tek bir cümle ile adlandırdım Boğaziçi meselesini; liyakatle değil, tarikatla seçilmiş bir rektör.
Geçmişimizin flu olduğu kadar, geleceğimizde flu‘dur. 
Bir çocuk ülkesinin büyüdüğünü göremez, idrak edemez. Ama yaşadığımız coğrafyada, küçücük çocuklar bakanların çocuklarının adlarını dâhi öğrenir oldu. 
Çünkü ülke ve ileri gelenleri her gün gözler önündedir. 
O yüzden hem çocukluğun hem de çocukların rengi soluyor.  
Öte yandan dünya hızla değişiyor, dönüşüyor bambaşka bir hâle varıyor. 
Ülkeyi on yıl göremeyen bir kimse, on yıl sonra gördüğünde dâhi aynı manzarayı görür. Benim değil başkalarının aklı gerçekten artık almıyor. 
Bir elektrik kurumu nasıl oluyor da elektriğini hakikaten ödeyemeyen vatandaşına ceza kesiyor. Bu çıplak, güdük ve soğuk vicdana sahip olan kim. 
Fakirleri içtiler, yediler. 
Sabah fırından sıcak pide ekmeğini almaya giderken kenarını kopartan çocuklar gibi, yoksulların kenarlarını iştahla yediler. 
Onları öyle saf ve berrak görünce tuzuna şekerine bakmadan yediler, içtiler. 
Yaseminler ve Nergisler gibi koklayıp koklayıp, koparttılar dallarından, yoksulları. 
Sanırım artık düşündüklerimizden, gördüklerimizden, duyduklarımızdan utanır oldum/olduk. Ve Sosyal Sistemin dilini öğrenmedikçe, birilerinin kenarları hep koparılacak. 
Yoksullardan ve fakirlerden geriye kalan, yani bize kalan; sessizlik oldu, dışarıdan bakmak oldu. Yaralı olduklarını bilip, seyretmek kaldı. 
İşin doğrusu yoksulluk ile olan ilişkimiz uzun bir süredir entelektüel bir hâle gelmiştir. 
Onlara artık renkli kelebeklerin kanatlarının üzerinden bakıyoruz.
Zenginleşiyoruz elbette.
Ama bir çeşit Dubai gibi. 
Yabancı sermayelerin özentivari güçleriyle zenginleşiyoruz. 
Yabancı güçlerin kendi adlarını kullanarak, yaptırdığı AVM ve büyük mağazalarla. 
Parsel parsel satın aldıkları topraklar ve yine onların eli ile yatırımı en bol olan gayrimenkullerle. 
Sonuçta oldukça Ortadoğulaşıp, alabildiğince de muhafazakarlaşıyoruz. 
Biz, biz belki bir gün görürüz, bize ait olan her şeyin elimizden kayıp gittiğini. 
Belki bir dakika da, belki bir saatte,  belki de bir günde... 
Gördüklerimiz ve içine sığamadığımız deva AVM'ler aslında çökmüş durumdalar, göremez olduk fakat camları tuzla buz olmuş. 
Kuleler sessizce yere kapaklanmış. 
Otuz ve on yıllık apartmanların çatlaklarından rüzgar sesi düşüyor evlere. 
Rengi boz olan gecekondu evlerinde ki insanlar, hezeyan’ sız, depremsiz ve felaketsizce çöküyorlar.  
Aslında bunlar çoktan ölmüşlerdir. 
Neyi beklediklerini bilmeden ölmüşlerdir. 
Yalnız ve yoksul ölmüşlerdir. 

 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...