Yalnızlığımız, kentle yaşam arasına sıkışan bireyin hüznü…

Yalnızlığımız, kentle yaşam arasına sıkışan bireyin hüznü…

Yalnızlığımız, kentle yaşam arasına sıkışan bireyin hüznü…

Dışarıda biriken kar, dağını süslemiş beyaz.

Tüten evler, yürüyen insanlar.

Diyor ya şair: ‘kış başladı sevgilim…’

Böyle zamanlarda bir hüzün gelip oturur yamacıma.

Bir hüzün ki şiire bezenmiş.

İşte böyle bir havada sizleri güzel bir kitap ve güzel bir şair ile tanıştırmak isterim…

Geçtiğimiz kasım ayında şair Bülent Karayel, Sesinden Evler şiir kitabıyla (Düşünce Kitap) okurlarına merhaba dedi. Şiirsel matematik ve imgesel derinliğin okuru yolculuğa, kimi zaman sorgulamaya iten bir dil.

Geç kaldığımız evimiz…

Evet, şimdi sözü kendisine bırakıyorum.

 

“oturup dinlene dinlene ağlıyorum

uyudum ağlıyorum

uyandım ağlıyorum

sanırım ağlak yüreğimi

ağlak bir takvimde saklıyorum”

 

-Editörlüğünü üstlendiğim bu kitabı derinlemesine konuşma fırsatı yakaladığım için kendimi şanslı hissediyorum. Malraux, yazmanın kahredici olduğuna değinerek; ressamların mutlu, yazarların ise mutsuz kişiler olduğunu söyler. Sesinden Evler’e baktığımızda hâkim olan ana temaların başında ise hüzün geliyor. Bu hüzün bir mutsuzluğun hüznü mü?

Sevgili Fırat aslında Behçet Necatigil için ıssız hüzünlerin adamı derler. Şair ve şiir bir bütün olarak ele alındığında mutluluktan ziyade mutsuzluk eksenli bir durum göze çarpar. Benim hüznüm ise yalnızlığın hüznüdür. Yani anlaşılmadığın her yerde yalnızsın ve yalnızlık sana hüznü aralıyorsa sen o hüznü yüreğinde taşımaya başlıyorsun. Aslında mutlu şeyler yazmak isterim ancak yüreğinde taşıdığın hüzün, toplumda yaşanan hüzün, evcilleşemeyen sancılarının birer dizginine dönüştüğünde bunu yapamıyorsun. Anlamak ve anlaşılmak üzerine kurulan bu denge bizi yalnızlığımızla tartıyor. Kendimizden kaçtığımız bu dönemlerde sığındığımız doğa bize kollarını açar. Aslında doğadaki yavaş yaşam bizi anda kalmamızı sağlar. İşte kaliteli yalnızlık dediğimiz zaman dilimi ortaya çıkar; oysa bizim yalnızlığımız kentle yaşam arasına sıkışan bireyin hüznü oluyor.

 

“sen söyle

bu şehrin kalabalığında kaça bölünmeli insan

yalın ayak

çırılçıplak

kaç günah taşınır ki”

 

-İnsan yaşantısının, son zamanlarda evrildiği yeri anlamak ve anlamlandırmak için okura sorgulayan bir kimlik tanıyorsunuz ister istemez? Ev neresi? Anılar ve insan ayrımı, yaşamın yalnızlaşması… Tabi, bunu yaparken okur farkında olmadan farklı insanların hikâyeleriyle çarpışıyor. İnsan ve hikâyeleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Az önce de bahsettiğim gibi kent yaşantısı bireyi, topluma ve kendine yabancılaşmasına neden oluyor. Birey bazı durumlarda duyuları karşısında duygusuz hisseder. Siz buna genel tabiriyle hiçlik de diyebilirsiniz. Ortama yabancı hisseder. İnsan hayatına biraz da unutarak devam eder.  Yeni, yaşanılacak durumlar için bazı duygularımızdan vazgeçeriz.

Anda kalmak ile anıda kalmanın aynı olmadığını kavrayarak devam edebilmeliyiz, edebilmelisin, edebilmeliyim… Unuttuklarımız değersiz değildir. Sadece yaşamın devamı içindir bu unutmak. Oysa anılarımıza sıkı sıkı sarıldığımızda geleceğimizin bütün kemiklerini kırmış oluyoruz. Bireyi sakat bir ruh haliyle yarına itiyoruz bu ruhla. Ben birazda olsa insanın görmesini istiyorum. Görmek için bakmak eyleminin önemini bilmek gerekiyor tabi.  Bazen gördüğümüzü anlamlandırmak isteriz. Ama bunu yaparken de hızlı yaşamanda koşuşturmaya kapılarak birçok sözcüğün içini boşaltıp yeni anlamlar yüklemeyi ihmal etmiyoruz. Sesinden Evler’de okuyucunun kendisiyle yüzleşmesini istedim. Bir şiiri okurken bir başka bir konuya, oradan başka bir konuya geçmesini istedim. Yani yolda yürürken birden koşmasını ve birden yanı başında akan ırmağa dalmasını istedim. Belki tuhaf olacak ama yaşamın her anında savrulan insanın bu duyguların içinde savrulmasını, bakmasını ve görmesini istedim. İnsan o kadar hızlı değişiyor ki kendi hızının farkında bile olmuyor. İşte bu kitabımda okurun bu hızlı değişimiyle yüzleşmesini istedim. Acaba biz mi zamana benzeyeceğiz zaman mı bize? Sence sevgili Fırat?

 

“yorulan rüzgarın yüreğiydi liman

yarım kalan hikayelerin kahramanıydım

verandada terk edilen iki masaydım

zamana yenik düşmüş

zamandan düşmüş gibiydim.”

 

 

-Umarım birinin diğerine benzediği yerde güzelliğimiz hep aynı kalır.  İsmet Özel ‘Eve dönmek / kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?’ diyor. Edebiyatımızda ‘ev’ konusu hep bir tartışma meselesi haline gelmiştir. Siz bir sesi eve benzetmişken sizlere de sormak istiyorum. Ev neresidir?

Geçenlerde kaybettiğimiz edebiyatımızın güzel seslerinden olan Füruzan ‘sıcak bir ev mutluluğun yarısıdır.’ der. Bana göre de ev bizim mabedimizdir.  İnsan sesinin sığındığı geceleri evinde büyütür. Herkesin sesi evidir aslında. Kendimizi aramaktan vazgeçtiğimiz ve kendimizi tüm çıplaklığımızla kabul ettiğimiz yerdir.  Dünyaya geliriz ilk olarak ismimiz kulağımıza fısıldanır. Üç defa sen, sen, sen…  Bu duyduğumuz ilk sesten itibaren bizler sesin peşinden giderek evimizi bulmaya çalışırız. Bebeğin annesinin sesini duyduğunda ağlamayı bırakması, bir ses karşısında yıkılan kalelerimiz, yıktığımız kalelerimiz… Dilimizde ararız, sözcüklerde ararız, kurduğumuz hayalimizde ararız. Bu arayış kişiden kişiye değişmektedir.  Somutlaştırırsak, biraz da ev insanın sabah uyanmak isteği yerdir.

 

“şimdi pencerende hangi mevsim var

hangi şarkının notasında gökyüzü

kulağında hangi sözün ağırlığı var”

 

-Kitaba baktığımız da anne imgesi biraz daha baskın. Hatta kitabınızı ‘sesiyle çocukluğumu büyüten anneme’ diyerek annenize ithaf ediyorsunuz. Aslında hep şöyle yorumlarım yazar ve şairlerin ilk kitapları genel de iç hesaplaşmasına dair sözlerin birikintisi olur. Derin bir hesaplaşma. Ayna ve kişi… Siz neler söylemek istersiniz?

 

Ben vefayı, yardımlaşmayı, sevmeyi, sahiplenmeyi, affetmeyi aslında hayata dair birçok şeyi annemden öğrendim. Annem benim sesim gibiydi. Kısa bir süre önce annemi kaybettim. Bu bende derin boşluk oluşturdu. Derin bir oyuk. Annem benim sesim gibiydi derken yeri gelir arkadaş, sırdaş, dost ve rehberim olurdu. Bunların hepsi bende sesi çağrıştırırdı. Kucağına aldığı ilk günden ölümüne kadar onun gözlerinde hep kendi aynamı gördüm. Gözlerine bakınca kendimi görebiliyordum. Annem benim aynamdı. Düşünsenize ilk şarkımızı aynanın karşısında söyleriz. Şimdi bu kadar sessiz oluşum bu yüzdendir belki de.  Şiirimin bir yerinde seni sessiz harflerle nasıl anlatırım derken sesin bizdeki yansımasına dikkat çekerek okuyucunun iç hesaplaşmasını istemiştim. Yani ses olmadan olmuyor. Ben bu kitabımdan okuyucu kendisiyle yolculuk yaparken yüzleşmesini istedim. Aslında aynamız yüzleştiklerimizdir.

 

“kadehlere tıka basa doldurulmuş sevilme arzusu

an’larda gizlenen sorgu

gece ve kadeh

fevka’l-küll”

 

-Ses derin bir bellek aslında. Biz de ise hasar almış bir bellek? Sizlerin çocukluğunuza dair kasetlerle alakalı anlattığınız bir hikâyeniz vardı. Bu hikâyeyi okurlarımız için de tekrardan anlatırsanız çok sevinirim?

 

Aslında hüzünlü bir hikâyeyi barındırıyor. Ailem 1962 yılında Erzincan’dan Aydın’ın köşk ilçesine göç etmişler. Geride kalan akrabalarıyla yıllarca mektup üzerinden haberleşmişler. Tabi ki arada gelenler gidenler bir hayli olmuş. Benim çocukluk yıllarım 1986 yılının yaz mevsimi. Köyden gelen bir akrabamız ve babaannem başta olmak üzere amcamlar, amcamın çocukları, annem babam ve ablam hepimiz teybin önünde sessiz bir şekilde bekliyoruz. Pür dikkat misafirimize bakıyoruz. Köyden gelen misafirimiz elindeki kaseti teybe yerleştirdi. Ve bir ses. Sanki unutulmuş kültürün tarihi dönemlerden seslenircesine herkesi selamladı. Anladığım ama konuşamadığım bir dilde sanki babaannemin karşısında konuşuyormuş gibiydi. Herkes sesiz bir şekilde sesin kime ait olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Babam, amcam ve babaannem bizlere konuşan kişileri tek tek tanıtıyorlardı. Yıllar sonra anlamıştım o gün binlerce kilometre öteden gelen sadece bir kaset değildi. Yerlerini terk edip gelen ailenin köyüne duyduğu özlem ve kültürel motiflerin eksikliğini o duydukları sese sarılarak gidermeye çalışmalarıydı. O kaseti ölünceye kadar babaannem sakladı. İşte o ses bir kültürü, bir dili, özlemi bizlere aktarmış oldu. Düşünsene bir ses var ve sen o sesin resmini çiziyorsun hayalinde. Aslında söz uçar yazı kalır deyiminin yanında bir de şunu söylemek istiyorum: İnsan gider, sesi kalır…

 

“rollerimiz hiç değişmiyordu

baharda papatyalar kaplıyordu vadileri

çalınan zamanlarda sessizlik hep bana düşüyordu

sensizlik hep bana”

 

 

-İlhan Berk ‘gün batımından çok gün batımı üzerine yazılmış bir şiirin daha etkileyici olduğundan’ bahseder. Sizce yazmak, yaşamanın derinlemesine bir sağlaması mıdır?

Süreyya Berfe ‘Sümerlerden bu yana şiir yazılıyormuş bakıyorum dünyanın haline yazılmasa da olurmuş.’ der. Bence yazmak meşakkatli bir iş. Yaşama dair yazmak derinliklerde kulaç atmak gibidir. Yazılanlarla belki her şeyi değiştiremeyiz ama bazı şeyleri insanlık için değiştirebiliriz.   Benim şiirlerimde hayatıma dair izleri sık sık okuyucunun önüne çıkarım. Oysa herkesin her gün gördüğünü duyduğunu yazıyla anlatmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken yeni anlamlar yükleyip derinlik kazandırıyoruz. Sözcüğün gücü derinliği yüklediğiniz anlamla alakalıdır.  Bazen yazdıklarımızdan kurtulmak isteriz çünkü yazdıklarımız bizim yüzleştiğimiz acılarımız hatalarımızla doludur. Dönüp tekrar onlarla yüzleşmeyi istemeyiz. Yazmak anlaşma işidir. Okuyucu ile şair arasında birer bağdır.  Düşünsenize sokaklarda yollarda kumsalda yüzlerce ayak izi var birçoğu birbirine karışıyor ama birbirlerinden haberleri yok. Bunların hikâyesi yazıldığında ve yeryüzünün herhangi bir yerinde bu hikâye okunduğunda birbirinden habersiz ayak izleri birbirine dokunmuş olur. İşte tamda burada yaşama dair yazmak bir kez daha gerçekliği bize sunmuş oluyor.

 

“bir şehre hoşça kal demeden ayrılmak da varmış

nergis kokuları arasında kalıyordu anılarımız

dar sokaklarda yüreğimizi alıp avucumuza

dolandığımız köşe başları şahidimizdi”

 

-Son olarak sizlerden okurlarımız için önermenizi istediğim: 1 film, 1 kitap ve1 türkü olacak…

Aslında sayı ne kadar azalırsa seçmek o kadar zor oluyor. Sevdiğim filmlerden bir tanesi ‘Cesur Yürek’tir. Sevdiğim kitaplardan birisi de Murathan Mungan’ın ‘Şairin Romanı’ ve sevdiğim türkülerden biri de ‘Bahçede Yeşil Çınar’ türküsüdür.

 

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim sevgili şairim. Umarım daha güzel günler de daha güzel sohbetlerle tekrardan karşılaşırız…

Asıl ben teşekkür ederim hem sana hem de Kadraj Dergisi Ekibine. Bu güzel emeğin bir paydası olmak beni mutlu etti, sesimin Batman’ da yankılanması ayrı bir mutlu etti beni. Sevgilerimle…

 

 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ
RESMİ İLANLAR
TÜMÜ
Bugün yayınlanan resmi ilan bulunamadı!...mid2
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...