GİDERİM VAN’A DOĞRU

Bölgede keşfedilmesi gereken o kadar çok güzellik var ki, bunların tek tek gezilmesi, tanıtılması gerekir.
Ağustos ayının sıcaklığından kaçarken yolum Van’a düştü.
Bu yaz bütün tatilimi bölgede geçirmeye karar vermiştim.
İlk durağımda Van oldu. 
Google amcadan yardım alarak görüp gezmem gereken yerleri araştırdım.  
Başta Muradiye Şelalesine, ardından Başkale yakınlarında Pamukkale’ye benzerliğiyle bilinen Van Travertenlerini görmeye gittim.  
Muradiye Şelalesini ne kadar tasvir etmeye çalışırsam çalışayım hep eksik kalır kanısındayım.
Doğa harikası bir yer.
Sanki Tanrı bu güzelliği bu coğrafyaya armağan etmiş gibi. Ancak Türkiye’nin her yerinde olduğu kadar burada da çevre kirliliği oldukça büyük bir sorun teşkil ediyor.
Kirlilik, doğa mucizesine adeta kocaman bir kara leke oluyor. Yanımdaki küçük ama yürekleri büyük çevreci iki arkadaşımla bu manzaraya kayıtsız kalamadık.
Ellerimize aldığımız büyük çöp poşetleriyle yapabildiğimiz kadar çöp topladık. 
O günün akşamında otele varır varmaz yaptığım ilk şey, Van’da geçireceğimiz günler için oldukça güzel ve makul bir gezi programı hazırlamak oldu. 
İlk günümüzü Muradiye Şelalesi ve çevresine ayırdım.
İkinci günümüzü Başkale İlçesini gezmeye ve son günümüzü de Akdamar Adasına ayırdık.
Van ve civarı, coğrafik olarak muhteşem ancak az önce de değindiğim gibi çevre kirliliğinden dolayı bütün güzelliği sanki sis perdesi altında kalıyor.
Ne oranın yerli halkı ne de turistler, bu doğa harikası yerlerden yeterince zevk alamıyor.
Daha da kötüsü, bu çevre kirliliğini önleyecek bir çalışmada da bulunan da yok.
Oradaki insanlar sanki el birliğiyle burayı çöplüğe dönüştürme çabası içerisinde. İçim acıyarak yanımdaki iki genç arkadaşla, gezi planımıza dahil ettiğimiz her yerde tadını rahatça çıkaramadan ellerimizde poşetlerle akşama kadar toplayabildiğimiz kadar etraftaki plastik ve naylon atıkları topladık. 
Akdamar’dan ayrılırken sanki bir sevgiliden ayrılır gibi içimi hüzün kaplamıştı ve insanlar neden bu güzelliği kirleterek ihanet ediyorlar düşüncesiyle son bir defa adanın fotoğrafını çekerek veda ettim.
Sabah kalktığımızda büyük bir heyecanla ekip başı olarak gurubu bilgilendirdim. Yolumuzun uzun olduğunu, toplam 160 170 kilometre civarı yol gideceğimizi, son 22 km’nin zor bir patika yol olduğunu söyledim.
Herkesin onayını aldıktan sonra yola koyulduk. 
İlk hedefimiz Hoşap Kalesiydi.
Orada fotoğraf çektirip yolumuza devam ettik. Hakkâri’ye 60km kala gideceğimiz yerin tabelasını görüp zorlu patika yolda yolumuza devam ettik. 
Yol çok bozuk ve bol virajlıydı ama kararlıydık? o muhteşem yeri görüp fotoğraflamalıydık. Navigasyonun yardımıyla alana çok yaklaşmıştık ama teraventlerelere 500 metre kala yola yaya devam etmek zorunda kaldık.
Çünkü araç geçidi yoktu. 
Ama geldiğimiz yola da yürüdüğümüz yola da sonuna kadar değdi.
Gördüğümüz manzara, paha biçilemezdi. 
Etrafı dağlarla çevrili teraventler adeta Pamukkale’de hissettiriyordu. 
Birçok fotoğraf sanatçısının iştahını kabartacak cinsindendi. Ancak çok fazla bilinmiyordu.
Anlaşılan Van Kültür Turizmi de tanıtım konusunda yetersiz kalmıştı. 
Herkese bu eşsiz yeri gezip görmesini öneriyorum. Şimdiden iyi yolculuklar ve keyifli gezmeler sevgili okurlar..
...
Son olarak sizlere Van Akdamar Adasının efsanesini paylaşmak istiyorum;
Vakti zamanında bu adada yaşayan Ermeni Baş Keşişin, güzelliği dillere destan Tamar adında bir kızı vardır. 
Adanın çevresindeki köylerde çobanlık yapan bir genç, bu kıza aşık olur. 
Genç çoban, Tamar'la buluşmak için her gece adaya yüzer. Tamar ise her gece, karanlıkta yerini belli etmek için onu bir fenerle bekler.
Bundan haberdar olan kızın babası, fırtınalı bir gecede, elinde fenerle adanın kıyısına iner ve sürekli yer değiştirerek gencin boşuna yüzüp, gücünü yitirmesine sebep olur.
Yüzmekten gücünü yitirip, yorulan genç çoban boğulur ve boğulmadan önce son nefesiyle "Ah Tamar!" diye haykırır. 
Bunu duyan kız da hemen ardından kendini gölün sularına bırakır. 
O günden sonra ada, Ah Tamar! ismi ile anılmaya başlanır.