Öze dönmek

Öze dönmek

Ne yazsak ne söylesek sanki boş gibi geliyor bana artık.

Düşündüm ve artık yine özüme dönüp, sevgili okuyucularıma önemli bilgiler verip, sosyal medyadan ve internetten edindiğim bilgileri aktarmak en iyisi.

Çünkü ne yazarsam havada kalıyor.

Eksiklikleri aksaklıkları gündeme getiriyoruz maalesef muhataplarından bir cevap alamıyoruz.

Olsun olsun sakın sizde benim gibi umutsuzluğa kapılmayın.

Siz yine gündeme getirmek istediğiz konular varsa bana özelden yazabilirsiniz.

Yılmadan usanmadan aksaklıkları ve eksiklikleri gündeme getireceğim.

Ha sadece eletiresel değil gördüğümüz güzellikleri ve özellikleri de bu köşede ele alacağım.

Şaka bir tarafa bu gün sizlere önemli bilgiler ve hikayeler sunacağım.

İnşallah beğenirsiniz ve sosyal medyada bir beğeni atarsınız.

Beğeninize sunduğum hikaye ve bilgileri hep beraber okuyalım;

***

ACEMİ ŞOFÖR

İstanbul’a otomobil ilk kez 1895 yılında, Basra Mebusu Zehirzade Ahmet Paşa tarafından getirilmiştir.

Otomobilin görücüye çıktığı, İstanbulluların atsız giden bu arabayı şaşkınlıkla seyrettiği yer de Fenerbahçe’dir.

O gün, at kişnemesinin yerini motor sesi almıştır ama sahnede at ahırında çalışan biri vardır: Seyis Abdurrahman!

Yıldız Sarayı'nda görevli Abdurrahman Bey, seyislikten ayrılarak, İstanbul'un ilk şoförü unvanına oturur. İran kökenli olduğu için de halk onu "Acem Abdurrahman" olarak tanımaktadır. İşin aslına bakarsanız, İranlılar "Acem" denilmesinden hoşlanmazlar. Çünkü bu ad kendilerine Araplar tarafından yapıştırılmış bir etikettir. Araplar, Arap olmayan Müslüman kavimlere "Acem" adını verirler. Zamanla bu ifade, karşısındakini aşağılamaya dönüşür. Bu yüzden, bir İranlıya "Acem" demek, onu küçümsemeye yönelik bir tanımlamadır.

Abdurrahman Bey'in şoförlüğünü yaptığı ilk arabayı İstanbul sokaklarında görenler, "Acem geliyor" diye bağırarak birbirlerini şaka yollu uyarırlardı. Direksiyon başına yeni oturmuş birine "acemi" denilmesinin kökeni de işte bu öyküdür...

***

Soylunun çocuğuna dayak atılmaz, onun yerine dayağı şamar oğlanı yer

16. ve 17. yüzyıllarda feodal düzenin hakimiyeti sonucu, üst sınıf ve alt tabaka arasındaki uçurum iyice açılmıştı.

Öyle ki soylu kesim, kendisini halktan çok üstün görüyor ve onlarla herhangi bir yakın temas kurmaktan kaçınıyordu.

Dolayısıyla saray mensubu ve asilzade çocuklarının halkın arasına karışıp, onlarla aynı dersliklerde eğitim almaları düşünülemezdi.

Doğal olarak en iyi hoca ve alimler, saray, şato ve konaklara bu çocukların ayağına getiriliyordu.

Ancak o dönem eğitim sırasında dayak ve cezalandırma çok yaygındı ve tabi ki bu yöntemin soylu çocuklar üzerinde kullanılması mümkün değildi.

İşte buna çözüm olarak alt tabakadan olan bir çocuk, ders sırasında bu dayağı yemek için hazır bulunuyordu. Asilzade çocuğunun işlediği her hatada şamar ve sopayı bu çocuk yiyordu.

Diğer bir ayrıntı da, derse katılan bu halk çocuğunun bir şeyler öğrenmemesi için sağır kimseler arasından seçilmesi ya da bilhassa bu iş için sağır edilmesiydi. Şamar Oğlanının İngilizcesi “Whipping boy” dur.