“TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?”

Kimi zaman çok şanslı bir kuşak olduğumuzu düşünsem de çoğunlukla arada sıkışmış bir nesil olduğumuzu da hatırlar ve bunun sancısını yaşadığımda iki halin birbirinin ilacı olduğunu bilirim.

Şanslı bir nesiliz çünkü siyah beyaz televizyonları da ve artık herkesin cebinden eksik olmayan akıllı cep telefonları ve tabletleri de gördük ve yaşıyoruz.

Geçmişime dair hatırladığım en eski anılarımdan biridir mahallede televizyonu olan nadir evlerden çıkmadığımız. Gerek ailevi olarak ekonomik refah düzeyi gerekse de toplumsal yaşam standardının düşük olmasından kaynaklı bugünden daha zor ama daha güzel günlerdi o zamanlar.

Yedi kardeşimle birlikte yaşadığım ve rahmetli annemin mübarek ellerinde bereketlen o iki gözlü küçük evde bizi en kısıtlı imkânlarla büyüten ve okutan babamın emeğinde ailemizi örfümüzü ve kendimizi tanıdığımız ve en büyük abimin geniş ve derin ufku ve hayata karşı dik duruşuyla açtığı yoldan yürümeye başlayıp ilk adımlarımızı attığımız o günler ne güzel günlerdi.

Zordu ama en güzeliydi, zordu ama en anlamlısıydı. Bilyeli arabalarla Aydınlıkevler mahallesinin o dar sokaklarında akranlarımızla yara bere oynadığımız yıllardı. Ankara’dan gelecek bir abim yoktu ama teyzemin oğlu vardı ve her geldiğinde kapının önüne park ettiği Şahin marka otomobiliyle gururlandığımız ve diğer çocuklar zarar vermesin diye nöbet beklediğimiz zamanlardı. Sonra okullu olduk her eğitim sezonun başında kitap ve defterlerimizi kaplamak için kardeşlerim ve babamla odun sobasının yanında bir kaptan en çok ne kadar verim alınır kaç defter kaplanır diye hesap yaptığımız günlerdi.

Sonra televizyonlar renklendi. İçi de dışı gibi renklenmeye başlamıştı tek kanallı dönemlerdi ve İstiklal Marşıyla başlayan yayın, renkli ve uzun bir bip sesiyle grafik karmaşasına dönene kadar açık kalırdı ki hiç unutmam tüm hafta boyunca Pazar Konseri yayınında kapatıldığını bilirim. O sihirli kutuda çıkan her şeye ama her şeye tahammülümüz vardı ama bir tek klasik batı müziğine katlanamıyor ve Pazar Konseri değil Pazar Kanserinde kapatıyorduk televizyonları. Çok sonradan bu tahammülsüzlüğün o güzelim müziğe değil o müziğin bize sunuluş biçimine dair olduğunu anlayacak ve lise yıllarımda klasik batı müziğine hayran olmaya başlayacaktım.

Televizyonlar renklenmeye ve artmaya başladıkça evlerde insanların renkleri solmaya başladı sanki bütün evlerden bütün neşe ve sevinci çekmişti o sözüm ona sihirli kutu. Sonra haddini bilmez özel kanallar TRT’nin sansürlediği ve kısıtladığı kelimelerle önce kulaklarımızı sonra dillerimizi kirletti. O da yetmedi olmadık şeyler koydu çoluk çocuğun gözleri önüne. İçimizden tüm renklerimiz alıp kirli griliklerle doldurdu içlerimizi.

Başlarda sadece bilimkurgu filmlerinle hayretle izlediğimiz ve ancak filmlerde olur dediğimiz cep telefonları çıkınca, insanın mekân ve zamanla ilişkisi bozulmaya başladı. Artık dostlarla buluştuğumuz mekânlardan uzaklaştık ya da mekânsızlaşmaya başlamıştık. Zamanla da ilişkimiz bozulmuştu artık sözleştiğimiz saatler kaybolmaya bekletmeyeyim diye hassasiyetlerimizden vazgeçmeye başlamıştık. Ama en vahimi bir masanın etrafına oturup başını küçücük akıllı telefonuna gömen akılsız bir kalabalığa dönmüştük.

Şimdilerde en vahimi olmaya başladı artık çocuklar emeklemeyi ve yürümeyi öğrenmekten önce tablet kullanmayı öğrenmeye başladı.

Hani bir zamanların 28 Şubat zihniyetinin Cumhuriyet gazetesinin manşetinden bas bas bağırdığı sloganla ifade etmek gerekirse.

“Tehlikenin Farkında mısınız?”