- 31-08-2015 20:15
- 2
Not: Şu anda okumakta olduğunuz makale, 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne özel hazırlanmıştır. Barışa yürekten inanan ve inancını kaybetmek istemeyenlere kesinlikle tavsiye edilmez. Zira yan etki yapabilir. Huzursuzluk veya duygu-durum bozukluğu yaşayanların acilen bir psikiyatriye gitmeleri tavsiye olunur. Aksi halde yaşanabilecek olumsuzluklar karşısında yazarınızı sorumlu tutmayınız. Yazıyı okumaktan herhangi bir rahatsızlık duymayan ve “ben barışa olan inancımı çoktaaan kaybetmişim zaten” diyenlerin ise bu yazıyı hassas insanların ulaşamayacağı yerlerde saklaması rica olunur...
***
Hayati önem taşıyan uyarımı yaptıktan sonra 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne balıklama bir atlayış gerçekleştirmek istiyorum, zira mevzuumuz derin mi derin bugün.
Efendim, müdür bey kesin bir talimatla “bu güne özel bir yazı hazırla” dedi. El mahkûm geçtim klavye başına.
Son zamanlarda yaşanan baş ağrıtıcı ve mutsuzluktan öldürücü gelişmeler, yazmaktan uzaklaştırmıştı beni.
Zira “ne yazsam havada kalacak, yaşadığımız süreçten daha önemli ne olabilir ki?” gerekçesiyle avuturken kendimi, şimdi “barış safsatası”nı yazmakla görevlendirildim.
Safsata ne demektir? (bir düşünceyi ortaya koyarken ya da anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamadır, bakınız: vikipedi)
Yani bu tanımdan çıkarmanız gereken sonucu söylüyorum: aslında “barış” diye bir şey yoktur. Tekrar ediyorum, aslında “barış” diye bir şey yoktur...
Bu kavram, insanları ruhsal dinginliğe kavuşturmak için psikoloji uzmanları tarafından uydurulmuş bir terimdir, ya da ne söylediği bir türlü çözülemeyen, karmaşık kavramların ağından bir türlü kurtulamayan felsefecilerin ortaya attığı bir tez de olabilir. Hangisine inanmanız daha kolay ise onu seçebilirsiniz, bu konuda serbestsiniz.
Olmayan bir şey üzerine (barış) kafa yorup, neden (barış) olmuyor diye kendini mutsuz eden insanlar oluverdik, ne acı?
İnsanoğlu zaten doğumundan itibaren kendini mutsuz etmekle görevlidir. Neden şu’yum yok, neden bu’yum da yok, neden şurada değilim, neden ben benim? Bunu vb. olarak çoğaltabilirsiniz.
İşte tam da edindiğimiz bu vazife (kendimize acı vermek) üzerine dünya üzerine barışı hakim kılmaya çalışan çılgınlarız aslında.
Buna hayalperestler ordusu, polyanna’lar sürüsü, şeker kız cand’yler falan da diyebilirsiniz kısaca...
Peki, ben, ne zaman uyandım bu uykudan?
Esasında ben de eskiden bu safsatanın (barış) hastası ve meraklısıydım.
Yok, “toplumlar barışsın, aman halklar kardeştir, wallahi savaşlar kötüdür, barış olsa ne güzel olur...” falan söylemlerini de çok yapmışımdır zamanında. Taaaaa ki bu güne kadar.
Silkelendim efendim, kendime geldim... Birilerinin koltuğu uğruna yüzlerce eve, yüzlerce annenin yüreğine ateş atılınca anladım.
Oyunlara ve gülmelere yakışan küçük çocukların bedenlerini kanlı bir şekilde, derin bir uykuya dalmış halde gördüğümde uyandım.
Ölenlere o’cuymuş, bu’cuymuş, şu’cuymuş diye yakıştırmalar yapıldığında, ölümlerin bu ahlaksızlıkla meşrulaştırıldığını fark ettiğimde kafama dank etti.
Demek ki barış diye bir şey asla yoktu. Yoksa onu tadan, kısa süre de olsa lezzetine varan toplumlar nasıl olur da tercihini onsuzluktan/barış’sızlıktan yana yaparlardı, haksız mıyım Allah aşkına?
Varsa da, o aslında Kaf Dağı’nda olduğu sanılan ve keşfedilmeyi bekleyen simurg gibi bir şey olmalı.
Bizim sandığımız veya anladığımızdan çok ama çok farklı bir şey.
Üzgünüm ama o (barış) ulaşılamaz. O bir hayal...