ÇAKİ VE TUTSAKLIKLARIMIZ

Her neye sahip olduğumuzu sanıyorsak onun tutsaklığında debelenip duruyoruz.

Dostlar, makamlar, mal mülk, ailemiz ve çocuklarımız...

Her biri içinde yaşadığımız kafesin birer parmaklığı. Bırakıp gitmek, terk etmek, sırtını dönmek ne mümkün.

Bazen, kafesimizi oluşturan bu parmaklıklardan çıkıp soluk alabilmek mümkün ama. Hepimiz için değil tabi ki...

Kafesten kafese, insandan insana, tutsaklıktan tutsaklığa fark var elbette.

Kimilerimizin tutsaklığı üç iken kimilerimizin üç yüz…

Haliyle kimilerimizin kafesini oluşturan parmaklıklar dışarıyı dahi gösteremeyecek sıklıkta iken kimilerimizin ki çıkıp tekrar içine girebilecek kadar geniş aralıklarda.

Sanılmasın ki parmaklıkların, tutsaklıkların sayısı arttıkça kafesimiz genişliyor.

Maalesef aynı ömrün aynı hayatın etrafını kimimiz beş, kimimiz beş yüz tutsaklıkla çeviriyoruz.

Hatta kimilerimizde tutsaklıklarımız o kadar artacak oluyor ki kafesin içini de daraltacak, insanın gönlünü boğacak ve son tutsaklığı kalbine saplanan bir demir çubukla nihayetlendirecek kerteye geliyor.

Asgari düzeyde tutsaklıkla yaşamak mümkünken, şuyum da olsa, buyum da olsa, bir de şuna sahip olsak deyip kendimizi kıstırdıkça kıstırıyoruz.

Bir kuşu kafeste beslemek nasıl bir zulümdür bilirim. Ama buna rağmen bu zulme ortaklık ettiğimi de düşünsem 3 gün önce sokakta bir tablada dizili kafesler içinden birini alıp eve getirdim.

Belki de o kuşu tablada satandan ya da onu alabilecek herhangi birinden daha iyi besleyebileceğime dair taşıdığım ukalaca özgüvenimin bana aşıladığı vicdan rahatlığı ve evde henüz altı aylık oğluma arkadaşlık eder, oğlum onunla sorumluluk duygusu kazanır diye o zulmün bir faili de ben oldum.

Sultan Papağanı ve adına Çaki (Türkçe güzel anlamında) ismini verdiğim kuşun kafesine bakarken, insanın o kuştan farksız olmadığını ve benzer kafeslerde yaşadığını düşündüm.

Bir farkla ki kendisini kafese kapatan Çaki’nin kendi değilken, insan kendi kafesini örüp de içine girmek için canla başla çalışan bir varlık.

Daha çocukluktan bir şeylere sahip olmaya ya da sahip olduğunu sanmaya başlayan insanın kendi kendine kafes örme serüveni, toprağın altında bir metrekarelik çukura tutsaklığa kadar sürer.

Okul, iş, aş, eş, makam, mevki, kariyer, unvan, para, ev, araba, giysi, mide, sevgili, dost, arkadaş, akraba, aile, çocuklar, makam mevki ideolojiler, kimlikler ve aidiyetler, memleket, arazi ve tapularımız.

Tapularımız derken sizin yukarıda saydıklarımın tapusuna sahip olduğunuzu sanmayın. Yukarıda saydıklarımın her biri elinde sizin kendi imzalarınızı taşıyan tapunuza sahipler…

Düşünüyorum da kendi adıma bu tutsaklıklarımdan nasıl vazgeçebiliriz diye düşündüğümde, vazgeçmek mümkün olmasa da tüm yukarıda saydıklarımla tutsaklık temelinde değil de doğru bir ilişki geliştirilebileceğini söyleyebilirim.

Son olarak, kendinizi kurtarmadan başkalarını kurtarmaya yeltenmeyin.       

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ