- 21-10-2014 19:43
- 144
Din, dil ve ırk ayrışmalarının anlaşılmaz bir şekilde insan hayatına, toplum huzuruna ve de ülkenin bütün unsurlarına hükmettiği bir zamanda, insanın dünyayı getirdiği bu hal karşısında şeytana hasret kaldık.
Elbette ki insan hayatında var olan tüm olgulara saygı insani bir zorunluluktur diye düşünsem de, bu olgulara gösterilen saygının karşılığında, bu olguların toplum hayatına yapmış olduğu tecavüz ise anlaşılır değildir.
Evet, şeytana hasret kaldık diyorum. Çünkü haddimi aşarak öznel düşüncemde toplum nezdinde üretilen bu sapık zihniyet algılarının, şeytandan öte insan icadı olduğunu düşünüyorum.
Rolünün kesinlikle tam aksini yaparak, yeryüzünde huzurdan gayri karmaşayı, iyilikten gayri nefreti, güzellikten gayri çirkinliği arzu eden bu zihniyet elbette sapık ve arzu edilmeyen bir zihniyettir. Ne yazık bütün olumlu söylemler ve bu şekilde olmaması gerektiğine dair tüm düşüncelere rağmen, yeryüzüne hâkim olan bu sapıklıkların kaynağında ise şeytan rolüne bürünen insan rolleri yatmaktadır.
Durum bundan ibaret görülse de, asıl mevzu, ailemizde, toplumumuz da, devletimizde ve de dünyanın hemen hemen bütün mazlum milletlerinin içerisinde var olan bu nefret ve kargaşa ortamının nasıl yok edilebileceği ve bu kara bulutların nasıl dağıtılacağıdır.
İşte bu çözümlerin de kaynağı sorunların kaynağına verilecek vicdani yanıtlar belirleyecektir. Zannımca bu sorunların en birincisine benim vereceğim cevap şu olur ki ben kitlelerin ortak bir anlamda buluştuğuna inanmıyorum.
En azından huzursuzluk olduğunu iddia eden ve bu huzursuzluk üzerinden kitleler oluşturan toplulukların sağlıklı bir iletişim içerisinde olduğuna asla inanmıyorum.
Yani asıl tehlike şu ki farklı şeylere inanan ve de apayrı çözümler üretme çabasında olan kitlelerin aynı yollarla meşrutiyet isteme çabalarıdır.
Bir annenin üç tane çocuğunu düşünün. Bir tanesi sarı bir top ister. Bir tanesi akşam yemeğinde makarna, Bir tanesi de parka gitmek ister. Her neyse sorunda şu ki ve ya sorun değil de annenin uygun gördüğü şey ise üçünün de evde uslu uslu oturmasıdır. Sonuç ne mi olur? Üç çocuk birleşir, oynamaya karar verirler. Evde bulunan beyaz top ile televizyonun olduğu odada oynamaya başlarlar. İçlerinde duygu yoğunluğu yaşayan ortanca çocuk, yanına gelen topu hiddetle televizyonun önünde duran çocuğa fırlatır. Televizyonun önündeki çocuk topu tutamaz, top televizyona çarpar, televizyon masadan düşer ve kırılır. Bu küçük hikâye sanırım size ne dediğimi anlatmıştır. Ortanca çocuğun hain olduğunu söylemiyorum. Sadece duygu yoğunluğu yaşıyordu. Topu tutamayan çocuğun suçu da yoktu. Çünkü o tutmayı samimi olarak istemişti. Ayrıca televizyonun arkasında olduğundan haberi bile yoktu. Baba ise işte ekmek derdindeydi. Olay gayet doğal bir şekilde cereyan etti. Bundan sonrasında ise anne babayı bekler. Olay herkes için bir kaza olarak kabul edilir. Olay babanın eve gelmesine kadar büyüktür, sonra yavaş yavaş küçülür. Bir hafta sonra ise tamamen unutulur. Çocuklar isteklerinden televizyonun kırılmasını diyet kabul ederek vazgeçmişlerdir. Annenin aklında ise bununla ilgili sadece tatlı bir anı kalır. Hâlbuki olay çok daha büyütülebilirdi. Çocuklar dayak yiyebilirdi, mesela. Anne baba tarafından azarlanabilirdi. Çocuklar birbirini suçlayarak güven eksikliğine sebebiyet verecek bir duruma sebep olabilirdi. Tam tersine baba yumuşak bir huyla olaydan yara almadan çocukların varlığına şükür etti. Anne iç hesaplaşması ile vicdanını terazi etti. Olumsuzluk ailenin hayatında çok güzel bir şeye sebep olarak ortanca çocuğu topluma duygu yoğunluğunu nefrete çevirmeyecek bir evlat olarak armağan etti. Yıllar sonra çocuk devletinin güvenlik kurumlarının her hangi birinde eylemlerde kolluk kuvveti olarak görev alarak, olayları yatıştırmakta büyük çaba sarf eder.
Bu şekilde bireyden aileye, aileden topluma, toplumdan devlete dönüşümün çok değil yirmi beş yıllık bir yansımasını küçücük bir hikâyede belirttim. Tabi hikâye tamamen hayali, ama hayalimin olmamasına sebep hiçbir şeyin olmadığı düşüncesindeyim.
Toplumları televizyon ile menfaat temelli tohumlar ile eğitmenin ve kaynaştırmanın mümkünü yoktur. Devletleri güçlü kılan en önemli unsur olan toplum birliktelikleri tamamen eşitlik prensiplerinin sağlandığı, adaletin güvenilir olduğu, ekonomik şartların toplumu rezil etmediği, toplumlar arasında farklılıkların fazla olduğu ama bu farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği oluşumlar ile mümkündür.
Siyasi kitlelerin ayrıştırdığı toplumların bakış açısında devleti oluşturan olguları eşitlemek mümkün değildir.
Devleti siyasileştirmek toplum adına bir intihar olur. Çünkü bu şekilde devlet farklı zamanlarda farklı siyasi kesimleri besler ve adalet ve eşitlik olguları hep bu şekilde doğru şekilde işliyor imajı verdirilerek ihlal edilir. Bu durumu düzeltmenin tek bir yolu vardır.
O da şu ki eğitimli birey yaratma modeli. Bireyin devlet için önemliliğin öğretildiği ve devleti oluşturan en önemli unsur olan bireyin, bu önemlilik ile paralel olarak, hiçbir menfaat ve taraf gözetmeksizin yaşayabileceği bir insan modeli.
İnsan yaratıldığı amaç uğruna uygun bir şekilde yaşayıp insanlığa faydalı olduğu kadar insandır.