Ahî sofrasında bir akşam

Ahî sofrasında bir akşam

Hicrî yedinci asrın ortaları... Anadolu’nun mümbit topraklarında, ruhun ve bedenin aynı sofrada buluştuğu bir ahî zaviyesi. Gün; akşamla veda ederken zaviyenin taş duvarları, kızıl şafağın yansımalarını kucaklamış; gölgeler, vaktin ulvî sükûnunu yankılar hâline gelmişti. Bu zaviye; yalnızca el işinin değil, gönül işinin de öğrenildiği ahlâk ve hikmetle yoğrulmuş bir menzil idi.

Sofranın çevresinde toplanan ahîler, günlük mesailerini bitirip kalplerini birleyen bir huzur halkasında oturuyordu. Sofranın ortasında ne zengin bir ziyafet ne de gösterişli tabaklar vardı; ancak buradaki sadelik, rızkın hakikî manasını billurlaştıran bir aynaydı. Bu öyle bir sofraydı ki her lokma, şükrün ve paylaşmanın birer nişanesi hâline gelmişti.

Baştaki yerinde; cemâlinde bir arifin tevâzusu, lisânında hikmetin sedası gizli olan Ahi Yusuf oturuyordu. Yusuf Efendi; yalnız kasabanın işlerini düzene koyan bir usta değil, aynı zamanda kalpleri de nurlandıran bir mürşitti. Hemen yanı başında, tıfıl bir çırak olan Mehmet; âdeta Yusuf Efendi’nin her kelâmını zihnine nakşediyor, onun hikmet dolu bakışlarından kendi gönlüne bir meşale tutuşturuyordu. O gece sofraya bir derviş de misafir olmuştu; gözlerinde derinlik, dudaklarında suskun bir nasihat saklıydı.

Mehmet, sofranın manevi bolluğuna hayranlıkla bakarak dayanamadı ve mahcup bir sesle Yusuf Efendi’ye sual etti:

“Efendim, şu sofrayı böylesine bereketli kılan nedir? Biz yedikçe azalmaz, soframızın nimeti hiç eksilmez gibi gelir bana.”

Yusuf Efendi, hafifçe tebessüm etti. Elindeki lokmayı ince bir edeple tabağına bırakarak cevabını verdi:

“Evladım; bir sofranın bereketi yemeklerin çokluğunda değil, gönüllerin genişliğindedir. Biz, paylaşmayı bildikçe Cenâb-ı Hak da rızkımızı ziyadeleştirir. Tabağındaki her lokma, sadece senin değildir; o aynı zamanda kardeşinin, muhtaç olanın, hatta Hâlık’ın ihsanıdır. Anla ki, sofra paylaşmanın sırrına vakıf olduğu müddetçe rahmetle dolar.”

Sükûtun hırkasını giymiş derviş, bu kelâmlardan sonra ansızın lisanını açtı. Sesi, derin bir kuyudan yankılanan bir sadâ gibi ağırbaşlı ve rikkat doluydu:

“Hakk söylersiniz, ey Yusuf Efendi. Lâkin asıl bereket; yalnızca paylaşmakta değil, o rızkın helâl olmasındadır. Niceleri vardır ki sofraları dolup taşar lakin kalpleri boş, ruhları çoraktır. Şükrü unutanın lokması da bereketsiz olur.”

Bu sözler, genç Mehmet’in yüreğine bir ayna gibi tutulmuştu. Gün boyunca dükkânda müşterilere sabırsızlık ettiği, işinde zaman zaman dikkatsizlik gösterdiği anlar bir bir gözlerinin önünden geçti. İçinde; yakıcı bir pişmanlık hissi ve aynı zamanda ferahlatıcı bir kararlılık doğdu.

Yemekten sonra, Yusuf Efendi gençleri avluya topladı. Onun sesinde hem hikmetin ağırlığı hem de bir babanın şefkati vardı:

“Evladlarım; ahîlik, yalnızca bir sanatkârlık değil aynı zamanda bir insanlık makamıdır. Ahî; el emeğinde ne kadar mahirse, gönül işçiliğinde de o kadar becerikli olmalıdır. Hak yememek, kul hakkından sakınmak, niyetini Hâlık’a teslim etmek, bizim yolumuzun temelidir. Her işinizde kalbinizi işinize katın ki rızkınız bereket bulsun, dünyanız da ahiretiniz de mamur olsun.”

Mehmet o gece, zaviye avlusunda yıldızlara bakarken Yusuf Efendi’nin ve dervişin kelimeleri zihninde dönüp durdu. Kalbinde bir azim doğdu; ertesi gün dükkâna daha dikkatli, daha sabırlı ve daha halis bir niyetle gitmeye ant içti.

Hisse

Bir sofra, yalnızca tabaklarda sunulan nimetlerle değil, gönüllerde hissedilen paylaşma ruhu ve dilden taşan şükürle gerçek bereketini bulur. Helâl yoldan kazanılan her lokma, insanın Yaradan’a duyduğu minnettarlığın ve mahlûkata sunduğu hizmetin en zarif nişanesidir. Her bir tanesi, insanın emeğiyle birleşip kalbinde filizlenen bir duadır aslında.

Unutma ki; kalpten gelen niyet, dilden dökülen şükran ve elden uzanan ikram, insanı hem dünyada huzura eriştirir hem de ukbâda mertebe kazandırır. Sofranın gerçek zenginliği; ekmekle değil, o ekmeği bölüşebilme erdemiyle ölçülür.

Ve bil ki; kalbinle kazandığın rızık, elinle kazandığından her zaman daha kıymetlidir. Çünkü kalbin rızkı; sevgiden, samimiyetten ve rıza makamından süzülerek gelir. İşte o rızık hem bu dünyada ruhunu doyurur hem de ebedi âlemde sana hiç sönmeyen bir ışık olur.

Hüseyin DEMİR

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ