- 05-02-2015 18:32
- 94
Unutuyoruz...
Çağın hastalığı unutkanlık...
“Sabah mutlaka yapmalıyım” dediğimiz şeyi unutuyoruz.
En sevdiğim dediklerimizin doğum günleri gelip geçiyor unutuyoruz...
Lisedeki sıra arkadaşımızın adını, haftada 5 gün gördüğümüz öğretmenimizi, yaşadığımız şehrin geçmişini, 5 sene önceki halini...
Her sabah okula gelip giderken yürüdüğümüz yolları biiiir bir unutuyoruz...
Bir çocuk vuruluyor, üzülüyoruz. Bir kadın öldürülüyor kahroluyoruz. İki gün sonra unutuyoruz...
Almak istediğimiz elbiseler, binmek istediğimiz arabaların hayalleriyle doluyor kafamız.
Yer kalmıyor sevdiklerimize ya da üzülmemiz gerekenlere...
Kahroluşumuzun tam orta yerinde aklımıza geliyor saçma sapan şeyler, üzülmeyi unutuyoruz. Gün geliyor, yaşadığımız en büyük acıları, yüreğimizin kopan yerlerini, kalp ağrılarımızı, yürek sızılarımızı bile unutuyoruz.
Annemizi kaybediyoruz, babamız göç ediyor öteki dünyaya, en yakınlarımızla aramız açılıyor, kan bağı olduğumuz kişileri aylarca hatta yıllarca görmüyoruz, “o olmadan asla yaşayamam” dediğimiz sevgilimizden ya da hayat arkadaşımızdan ayrılıyoruz, onu bile gün geliyor unutuyoruz.
Alışıyoruz ya da... Fark etmiyor. Unutmak ile alışmak aynı şey sonuçta...
Sadece acılarımızı mı?
Sevinçlerimizi dahi silip atıyoruz beynimizin bir köşesinden.
O an havalara uçuyoruz, “dünyalar benim oldu” diyoruz. Sonra onları da unutuyoruz. Yetmiyor demek ki... Mutlu olmak için başka şeyler istiyor ve bekliyoruz. Umutlarla doluyor kafamız. Sahip olmak istediğimiz şeyler değişiveriyor... Sonra bir bakıyoruz, mutluluktan havalara uçan o kadın/erkek mutsuzluğun dibine vuruyor...
Bazen de yaşamayı unutuyoruz... En acısı bu belki de...
Kimimiz kariyer kaygısının peşinde kayboluyor, kimisi ekmek derdinin...
Çalışıyoruz, çabalıyoruz, beş kuruş para kazanabilmek ya da bir üst mevkiye yükselmek için, bazen de bir sınavı kazanabilmek ya da okulu bitirebilmek için çıldırasıya kendimizden geçiyoruz. Aylarımızı, yıllarımızı, ömrümüzü veriyoruz...
Gezmeyi, güzel havalarda piknik yapmayı, eş dostumuzla film seyretmeyi, çarpışan arabalara binmeyi, tiyatro izleyip kahkahalara boğulmayı, en yakınlarımızın üzüntülerine ortak olmayı, sokak sokak gezip yağmurda ıslanmayı, elimizde dondurmayla parklarda güneşlenmeyi de seviyoruz oysa...
Ama bunların hiçbirini yapmıyoruz. Yaşamı sürdürme derdi, unutturuyor hepsini... Unutmasak da görmezden geliyoruz... Sonsuz ertelemelerle doluyor hayatımız. Sonra bakıyoruz ki 5 yıl daha geçmiş ömrümüzden...
Bazen kaşımızın hemen üstünde beyaz bir saç teli takılıyor gözümüze.
Ya da ansızın bir doğum günü sürpriziyle yaşımız bir adım daha büyüdü, farkına varıyoruz...
Bundan 5–10 yıl öncesini hatırlıyoruz, “vay bee” diyoruz. Yaşlandık mı ne?
Neler yaptık, nelerden vazgeçtik, neleri elimizin tersiyle ittik, teeek tek anımsıyoruz.
Yaşarken, yaşamayı unutmuş oluyoruz. Yaş geliyor 35’e. Hani şair diyor ya, “yolun yarısı”
Yolun yarısına geliyoruz işte... Yaşamadıklarımız, yaşadıklarımızdan daha fazla oluyor, bu durum insanı kahrediyor işte...
Önemli olan, hayat kavgasında bile hayatı kaçırmamak belki de... Söylesene hangimizin gücü yetiyor geçen 5 dakikayı geri getirmeye? Zaman, sadece yaşandığında anlamını buluyor. Cemal Süreyya’nın da dediği gibi “hayat kısa, kuşlar uçuyor”...