SOKAK LAMBASI

Belki pencereye çıkar

da görürüm ümidiyle

sokakta sabahladım yine…

 

Türkiye’nin 80’li yıllarıydı. Gençtim, azimliydim, ümitlerim ve hayallerim vardı. Kucak kucak, ufuklar kadar uzak, yıldızlar kadar erişilmez olsa da o mavi, yeşil, pembe rüyalar; ellerimi uzatsam koparırım sanısıyla kararlı ve hayat doluydum.

Yedikule’deki evimize duraktan inip yürüyordum. Bir kaç dakika her iki tarafı tarla olan bir yoldan geçiyordum. Bir sokak lambamız vardı, kırık hiç yanmayan paslı ve eğri.

Adını bilmediğim bir genç saçı sakalı birbirine karışmış hiç ama hiç onu ayıkken görmemiştim. Eve yorgun dönerken gecenin geç saatlerinde, ben onu o lambası kırık, paslı ve eğri lamba direğine yaslanıp elinde şarap şişesi hep sarhoş görür, azıcık takılırdım ona.

Yine mi içiyorsun? diye sorardım. O beni duymazdı bile, hep aynı nakarat. Gözleri kapalı, elinde şarap şişesi, kafaya diker ve edebi cümleler dökülürdü dudaklarından.

-Hıçkırıklarla “Belki bu gün pencereye çıkar da onu görürüm ümidiyle, sokaklarda sabahladım yine...” derdi.

Yine uçmuştu bizim aşık, diye düşünür, evin yoluna koyulurdum.

Değişik günlerde, aşığın edebi cümleleri kulaklarımda hep çınlanır dururdu. “Üzerinden kaç bahar geçti, çocukları oldu boyunca, unutmadım unutamadım, ben o canı cananı” demişti bir defasında. Her eve dönüşümde onu istisnasız, karşıda ki apartmanın, camlarına bakarken görürdüm.

“Senin lamban kırık, benim gönlüm paramparça. İkimizde de karanlıktayız, bak ay da bizi terk etti. Onun terk ettiğince anlayacağın yine karanlıklardayız” diyordu.

Bu kopuk ve edebi cümleler birleştiğinde onun bir dertli, bir aşık ve aşkına oldukça vefalı olduğunu anlamıştım.

 “O bir anne, bense bir mecnun oldum, halimden sen anlarsın, sen bilirsin, onu ne çok sevdiğimi, lambası kırık, sokak lambası…”

Kimi zaman hem içer, hem ağlar hem de söylenirdi kendi kendine.

“Bu gece de pencereye çıkmadı, belki yarın çıkar de görürüm, ahh bu yarınlar, yıl oldu yıllar oldu. Göremedim, o gül yüzünü, sen bilirsin sen şahitsin onu ne cok sevdiğimi sokak lambası…”

Onu dinlerken, içimdeki kristaller erir, ister istemez gözlerim dolardı.

***

Aylar sonra, bir pazar günü saat 10 suları, karşımızdaki camide sala okundu. Evimizin altındaki bakkal Mustafa’ya pencereden sarkarak;

Mustafa hayrola kim ölmüş, tanıyor muyuz diye sordum.

“Yok Mehmet Bey tanımazsın, garip ve aşık bir sarhoş vardı, adı Kerem diye. İşte o ölmüş” dedi ve ekledi: “Şu ilerdeki sokak lambasına sırtını dayar gece gündüz hep şarap içerdi.’ Aklıma aşığın son mısraları geldi ve kontrol dışı gözlerim dolmuştu:

“Yine penceresinin siyah perdeleri örtük yüzüme, göremiyorum ben, o canı, cananı. İçim yanıyor, kim anlar aşkı uğruna ateş gibi yananı…”

Bir genç, bir aşık, bir dertli, uzun yıllar acı çekerek aşk uğruna ölmüştü.

Sanki umurunda mıydı yaşayanların, diye içerlenmiş ve ağlamıştım kendi kendime. Zira en az onun kadar ben de yaralı, dertli, aşık ve hüzünlüydüm. Aramızda ki tek fark: O hayatın akışına kendini koyuvermiş, şarapta teselli aramış, ben ise hayatla ölümüne boğuşuyor, tüm acılarıma direniyordum, aslında onunla aynı yolun yolcusuyduk.

İkindi vakti aşığın cenaze namazı kılındı ve onu Silivrikapı Mezarlığı’na defnettiler. O sevdiği ve uzun yıllar göremediği kadının evinin pencereleri ve balkonu mezarlığa doğru bakıyordu.

Eski ve dram dolu bir alışkanlık olmalı, rahmetliden bana geçen;

O yoldan her geçişimde o pencerelere ve balkona bakıyor, o gizemli kadını bir kez olsun ben de görememiştim: Boş balkon, boş pencere…

Sevgili okurlar, sizin hayat pencereniz ve çiçekli balkonlarınız daima aydınlık ve huzur dolu olsun.

 

Bülbül figan eyliyor,

Açmayan.

Ve açmayacak

Bir tomurcuk güle.

Mevsimler değişir.

Ölür bülbül

Bir alıç ağacının

                   En yüksek dalında,

Batarken diken yüreğine,

Semaya yakın

Yıldızlara uzak

Ve güller solar,

Dallar kurur,

Bülbül’ün öldüğü yerde.

 

                            M.EKMEN (08/06/2015 Gelibolu-Saroz)

Kalın sevgiyle siz saygın Batman Sonsöz okurlarımız...

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ